Huzur-ı Hümayun Dersleri

 Beyanü'l Hakk Gazetesi, Aded 2, 29 Eylül 1324 Rumi

Huzur-ı Hümayun Dersleri

  Ramazan-ı şeriflerde selatin-i Osmaniyye huzurunda tilavet idilmekde bulunan tefsir-i şerif derslerinin ibtida-ı vaz' ü te'sisi, bin yüz yetmiş iki senesine müsadif olmak üzere Cennetmekan Sultan Mustafa Han-ı Salis asrında vaki'dir.

  Bu derslerde Beyzavi tefsirinin esas ittihaz idilegelmekde oldığı ve yakın zamanlara kadar derslerin pek amik tedkikat ve münazarat ile ve binaenaleyh pek ağır bir mişyet ve hareketle devam itmiş oldığı tarihlerden anlaşılıyor. Cevdet tarihinde bin ikiyüz sekiz senesinde okunan bir huzur dersi, mukarririyle, muhatablariyle, ebhas-ı hariciyyesiyle şayan-ı kayd görülmüşdür ki o dersin mevzu'ı: (ام كنتم شهداء اذحضر یعقب الموت) ayet-i celilesi oldığına nazaran otuz altı senede Kur'an-ı Kerim'den birinci cüz'ün ancak nihayetlerine doğrı gelinebilmiş dimekdir.

  Fakat son zamanlarda tedrisata büyücek mikyasda bir sür'at virilmişdir. On sekiz sene mukaddem irtihal iden Havace Nasuh Efendi merhumun (لقد كفر الذین قالوا ان الله ثالث ثلاثة) ayet-i kerimesinin tefsir olunduğı bir dersde muhatab olarak bulundığı mervidir ki buna nazaran mebadi-i Kur'an-ı Kerim'den bir cüz' okunabildiği müddete heman müadil olan son bir zaman zarfında beş cüz' okunmuş oldığı anlaşılır.

  Bu sene huzur-ı hümayun dersleri sure-i Yunus aleyhisselamın hitamıyla neticelenecekdir.

  Hazret-i Yunus'un, Kur'an-ı Kerim'in mevaki-i muhtelifesinde mezkur oldığı vechile bir sergüzeşt-i ma'rufı vardır ki bizim risalemizin üssü'l esas mesleğinden, huzur derslerinin bir tarihcesini yazmak o sergüzeştin, o vak'a-i meşhurenin tedkikine bir mukaddeme halinde olmak üzere beklenebilir.

  Vak'anın iki dürlü cihet-i tedkiki vardır:

  Birincisi, Hazret-i Yunus'un bais-i ibtilası olan halet nokta-i nazarından Enbiya-yı İzam Hazeratı'na ma'siyyet isnadı caiz olmamak kaidesiyle suret-i i'tilafına ya'ni ismet-i enbiya bahsine aiddir ki tedkikin asıl bu ciheti şayan-ı ehemmiyyet oldığı halde zamanımızda, kavaid-i ulum-ı İslamiyye ile me'lufiyyetin maet'teessüf ğayet mahdud bir daire dahilinde kalmış olması nisbetde mahduddur.

  İkincisi, Yunus aleyhisselam'ın rivayat-ı muhtelifeye göre bir gün veya üç gün veya yedi gün yahud da kırk gün deniz içerisinde ve balık karnında yaşayabilmesi cihetidir ki işte bu cihet, mesail-i diniyyenin hall ve izahı hususunda görülen merakların modasına muvafık bir cihet olmak i'tibarıyla daha ziyade ehemiyyet-i vaktiyyeyi haiz görünüyor. Diniliyor ki-

  Yunus aleyhisselam denizin içinde ve balığın karnında bulundığı müddetce hayatını nasıl muhafaza idebildi? Buna fennen imkan var mıdır?

  Bu gibi sualler, en ziyade fünun ile terbiye idilen ve ulum-ı İslamiyye'ye bigane kalan dimağlarda yer bulur. Lakin bu gibi vekayi-i mensusanın sıhhati içün lazım olan imkan-ı fenni değil, imkan-ı aklidir. Çünki bunlara lisan-ı şeriatde harika namı virilir.. Amma harikül'akl değil, harikül'adelerin fevkinde bir harikül'ade! İstersek buna biz harikül'fenn de diyebiliriz. Fakat yine harikül'akl değil.

  "Fennen caiz olmayan aklen nasıl caiz olur?" diyerek hudud-ı fenniyye haricinde kalan bir şeyin imkan-ı akliyyesini de heman inkar idivirmemelidir. Çünki imkan-ı akli dairesi, imkan-ı fenni dairesinden evsa'dır. Fenn, bizim meşhudumuz olan vekayi' ve mükevvenat arasındaki revabıt ve münasebatdan henüz anlaşılan aksamının muhiti dimekdir. Akl ise bu muhit içinde bağlanub kalmamak ve alem-i imkanın kıtaat-ı ğayr-ı mekşufesinde dahi taharriyat icra itmek meyl ü isti'dadında bulunan bir bahşayiş-i hilkatdir. Ta'bir-i aherle fenn didiğimiz, bizim kendi fennimizdir. Bir de Kadir-i Müteal'in Fenn-i Kudreti vardır ki bizimkine bir vechile kıyas idilemez. Mesela bizim memleketde bulunan doktorların, riyazilerin, kimyagerlerin de madununda olmak üzere daha mübtedi, daha adi san'atkarlarımızdan bil'farz kuyumcularımızdan, saatcilerimizden birinin, telsiz telğraf gibi, radyom gibi, ğramofon gibi, en son keşf olunan mikrop gibi, Avrupa'nın, Amerika'nın terakkiyat-ı fenniyye ve sınaiyyece gösterdiği asar-ı ahire-i mükemmelenin fevkinde bir şey ihtira' ideceğini iddia eylese bizi inandıramadığı halde böyle bir iddia, Avrupa veyahud Amerika dühat-ı erbab-ı fünunundan birisi tarafından vaki' olsa buna inanırız değil mi? Hal bu ki o dahi, o mütefennin bizim şu en adi san'atkarımızdan fazla hüccet istitaati olmak üzere ne gibi asar vücuda getirmişdir? Pek çok diyeceksiniz. Ne kadar çok? Asya kıt'asını doldurur mu? Yok o kadar değil! Ya öyledir de, Asya'yı, Afrika'yı, Amerika'yı, Avrupa'yı, bunların içindeki mütefenninlerin bi'zzat kendilerini, dağları, denizleri, mikroplardan fillere varınca hayvanatı, nebatatı, meadini, hevayı, bulutı, küre-i arzımız yanında en küçüklerinden birisi kalan milyarlarla ecramı ve aralarında mevcud olan aheng-i bedi-i intizamı, maddeyi, kuvveti, ervahı, eşbahı halk ve icad buyuran Vacib Teala Hazretleri'nin - bizim seviye-i fenniyyemizin fevkinde gördüğümüz - ba'zı ef'al ve asarına niçün inanamıyoruz? Bir şairimizin:

Bir zerre dimekse şu semavata göre arz
Bil'nisbe dimek kendimi yok itmeliyim farz

didiği gibi şu yokluğumuzla, şu hiçliğimizle beraber Kudret-i Fatıra'yı kendi bazu-yı iktidarımızla ölçerek: mümkindir veya değildir gibi hükmler virmek istememizin ne kadar yolsuz olacağını düşünmeliyiz. Hal bu ki işte bizim kudret-i acznümamızın değil, tasavvurumuzun bile irişmediği bir Rütbe-i Bülendi'de bulunan o Kudret-i Fatıra, Hazret Yunus'ı iltikam iden balığa:

  (جعلت بطنك له سجناو ما جعلته لك غذاء) buyurmuşdur, ve böyle buyurmuş olmakla mes'ele hall olunmuş, bitmişdir.

  Bizde bir illet var: Biraz fevka'lade gördüğümüz bir vak'a, bir hadise hakkında ufacık bir sebeble, mahza bizim adem-i muarefemizden naşi, "Kanun-ı tabiat haricinde!" diyiveriyoruz. Hal bu ki kanun-ı tabiat kaç kerre tehallüf itmişdir. Erbab-ı fünun indinde kainatın ecza-yı asliyyesi zann olunan zerrat-ı esiriyye, harekat-ı muntazama-i tabiiyyelerini niçün şaşırmış da ecram-ı meşhude husule gelmeğe başlamış. Veyahud daha yeni olan ba'zı nazariyyata göre zerrat-ı esiriyyeye de tekaddüm iden mevadd-ı ğaziyye, ğayr-ı mütenahi bir müddetde durmuş durmuş da vakt-i muayyende niçün tahavvülata uğramış. Eğer tehavvüle kabiliyyet kesb idecek bir hal-i kemale ancak o zaman vasıl olmuş dinilirse o zaman-ı muayyenin bil'farz bin sene evvelinden yukarısı da namütenahiliğe doğru gitdiği cihetle bir müddet-i ğayr-ı mütenahiyyede kemale gelen bir şey diğer bir müddet-i ğayr-ı mütenahiyyede kemale gelmemek; ta'bir-i aherle, kemale geldiği zaman, tehavvül idecek olduğunu farz itdiğimiz bir şey içün müddet-i ğayr-i mütenahiyye kifayet itmemek, veyahud bir müddet-i ğayr-ı mütenahiyyenin diğer müddet-i ğayr-ı mütenahiyyeden uzun veya kısa olmasını kabul itmek mecburiyyetiyle evvela kısanın, sonra da ondan bir mikdar mahdud ile uzun olanının, vel'hasıl her ikisinin de ğayr-i mütenahi dirken mütenahi çıktığını görerek mevadd-ı ğaziyyenin de mazisi tarafından mebde'i bulunduğına hükm itmek ve bu suretle kıdem-i alem üzerine müesses olan kavanin-i tabiiyye esasından alt üst olmak lazım gelir.

  Biz bunca delail-i kudrete karşı görenek esaretine mahkum olarak mümkinatı, meşhudat-ı cüz'iyye-i kasıranemize hasr ile ma'dasını inkar ve istib'ad itmek illetine bilmem neden bu kadar mübtelayız? Hayvanat-ı bahriyyenin denizde yaşadığını, ceninin rahm-i maderde muhafaza-i hayat itdiğini, dut yaprağından atlas, siyah kömürden elmas, naçiz bir nutfe pareden insan, hülasa küçücük zerrelerden büyük bir cihan husule geldiğini görmesek bunlara da inanır mıydık? Uzaklardan misal getimeğe ne hacet?

  Dünki leyle-i leyla-yı istibdadın, bugünki sabah-ı inşirah-ı hürriyyete böylece çıkıvireceğini hangimiz rü'yasında görse inanırdı? Bütün bu yapılmaz şeyleri yapan kimdir? Denizde milyarlarca hayvanatı yaşatan Kadir-i Kayyum bir tek insanı da muvakkat bir zaman içün yaşatamaz mı? Amma vaktiyle hayvanat-ı mezkureyi denizde, insanları da karada yaşatmak üzere ta'yin ve tahsis buyurmuş itmiş ki şimdi bunlara kavanin-i tabiiyye diniliyor. Lakin ne zararı var? Madem ki kavanin-i tabiiyyenin Vazı'ı da kendisidir. O kanunların ba'zısını istediği zaman değişdirebilir ve adeta hayvanat-ı berriyyeden birinin, Emr-i Kadir-i Mutlak'la denizde yaşamasının, Erzurum'da bulunan bir ademin Cezair-i Bahr-i Sefid'e tahvil-i me'muriyyet itmesinden farkı yokdur.

  Daha doğrusı, daha kesdirmesi, madem ki biz bu gibi mesail-i müteferria ile karışdırmayarak, ayrıca bir mes'eleye, bir Mübdi-i Zü'lcelal'in vücuduna kani'iz. Ve bu kanaatimiz ba'zılarımızca yukarında bir nebzesine işaret itdiğimiz edille-i müstakille-i akliyyenin sevk ve icbarı[1], ba'zılarımızca da mahz-ı Tevfik-i Bari ile husule gelmişdir. O halde fevkal'beşer bir Kudret-i Baliğa-i Samedaniyye'nin vücudını tasdik itdikden sonra bu esasın teferruatından ma'dud olan ba'zı mesailde yine irkilir gibi yapmak ve balığın suda; yahud ceninin rahm-i maderde yaşaması gibi misallerle çocukcasına avutulmak ihtiyacını izhardan vaz geçmemek, evvelce kabul idilmiş olan esas namına, şayan-ı ta'yib bir zühul, bir hareket-i ric'iyye teşkil itmez mi?

  Mustafa Sabri

---

[1] İcbar-ı adi maksuddur, icbar-ı kelami değil.

Rağbet Görmüş Makaleler

Makam-ı Hilafet ve Ankara Meclisi

"Dini Müceddidler" Kitab Nafi'sinden Bir Parça

Ehven'üş Şer Düsturu